SARAYIN DEHLİZLERİNDE
Sanat tarihçi ve turist rehberi Nihal, günümüzde Türk ve İslâm Eserleri Müzesi olarak bilinen Pargalı ibrahim Paşa Sarayı'nda turist grubuna anlatım yapmaktadır. Nereden çıktığını anlamadığı bir adam, üzerindeki yeşil kaftanını savura savura yürüyerek grubun yanına yaklaşıp, Nihal'i delip geçen ve sanki boşluğa uzanan sert bakışlarla müzenin diğer salonlarına doğru ilerleyerek gözden kaybolur.
Nihal, aynı akşam önce yemekte, sonra da gece uykusu kaçınca yattığı yerde boğuluyormuş gibi nefessiz kaldığında aynı adamın hayalini görür. Ertesi gün bir projeyi yönetmek üzere teklif aldığı Türk ve İslâm Eserleri Müzesi'ne gidip işe başladığında, bir gün öncesinin Pargalı İbrahim Paşa'nın katledildiği gün olduğunu hatırlar.
Nihal'i İbrahim Paşa'nın sarayının dehlizlerinde nefes nefese bir macera beklemektedir...
Kitaptan Bir Bölüm:
4 Mart 2012 Çarşamba, akşamüstü
Türk ve İslâm Eserleri Müzesi
Güneş batmak istemiyordu sanki İstanbul’un üzerinde.
At Meydanı diye bilinen tarihî Hipodrom cıvıl cıvıldı. Alman Çeşmesi’nin, Dikilitaş’ın, Yılanlı Sütun’un ve Örme Dikilitaş’ın önünde turist grupları rehberlerinin anlattıklarını dinliyor, kendi başlarına dolaşan turistler de fotoğraf çekiyorlardı. Sokak köpekleri İstanbul’un alışılmadık derecede uzun geçen kışından sonra, birazcık da olsa yüzünü gösteren güneşten faydalanmak istercesine çimenlere ve yerlere yayılmışlardı. Bu sene bahar bir türlü gelememişti nedense.
Aslında güneş birazdan inecek ve hava kararacaktı. Sultanahmet Camii kapılarını kapatmaya hazırlanıyor, caminin tam karşısındaki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nden turlarını bitiren gruplar yavaş yavaş çıkıyorlardı. Hava çok sıcak olmasa da güneşin etkisiyle birkaç Avrupalı turist müzenin kahvesinin bahçesinde çaylarını, kahvelerini yudumlarken, içeride dolaşan son birkaç kişi vitrinlerdeki eserlere bakıyor, güvenlikçiler de birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Müzenin en büyük salonu olan Divanhane’de profesyonel turist rehberi Nihal, grubuna son bilgileri veriyordu.
“Evet sevgili misafirler, 16. yüzyılın zengin ve tipik saraylarından günümüze gelen tek örnek olan, Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve seraskeri Pargalı İbrahim Paşa’nın sarayındaki gezimizin sonuna geldik.
Pargalı İbrahim Paşa, Sultan Süleyman’ın başarılarının, seferlerindeki zaferlerin ardındaki isimdir. Osmanlı İmparatorluğu hiçbir döneminde böyle bir sadrazam ve serasker görmedi. Ondan önce de sonra da. Kendisi Osmanlı’ya muhteşem bir 13 yıl yaşatmıştır.”
Turistler ilgiyle dinliyorlardı. Tam o sırada nereden çıktığı belli olmayan ve üzerindeki yeşil kaftanı savura savura yürüyen bir adam grubun yanından geçerken Nihal’i delip geçen ve sanki boşluğa uzanan sert bakışlarla Divanhane’den müzenin diğer salonlarına doğru ilerleyip gözden kayboldu. Nihal olduğu yerde kalakalmış, şaşkınlıkla adamın arkasından bakıyordu.
Kimse herhangi bir tepki göstermemiş, sanki kimse bu adamı görmemişti. Kaşlarını çatmış öylece durduğunu gören turistlerden biri sordu: “İyi misin Nihal? Bir şey mi oldu?”
“Yok, başım döndü bir an için.”
Gruptaki başka bir turist “Çok yoruldun tabii. Günlerdir biz yorduk seni” deyince, herkes gülüştü.
“Olur mu öyle şey? Büyük zevkti...” dedi Nihal gülümseyerek ve saatine bakıp, kendini toparlayarak devam etti: “Evet sevgili misafirler. Turumuzun son durağı Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ziyaretimizin de sonuna geldik. Müze yarım saat sonra kapanacak. Arzu ederseniz yeniden görmek istediğiniz eserlere bakmak için dolaşmaya devam edebilirsiniz. Müzenin kahvesinde bir Türk kahvesi içmenizi ve hediyelik eşya dükkânına da göz atmanızı tavsiye ederim. Yarım saat sonra çıkış kapısında buluşmak üzere...”
Turistlerin kimi müzede dolaşırken, kimi de Divanhane’nin çıkışına yöneldi. Nihal olduğu yerde durmuş önüne bakıyordu. Herkes gittikten sonra derin bir nefes alıp biraz önce gördüğü adamın gittiği salona doğru ilerlerken cep telefonu çaldı. Çantasına elini atıp telefonu çıkartıp baktı. Ekranda ‘Ayhan’ yazdığını görünce gülümseyerek açtı telefonu.
“Canım...” Biraz dinledi ve gülümsemeye devam ederek konuştu. “Sağ ol canım. Müzedeyim. Yarım saat sonra çıkıyoruz. Grubu otele bırakıp vedalaşacağım... Tamam, iki saat sonra sanırım işim bitmiş olur... Yok, çok yorgunum, dışarıda yemeyelim. Benim evde yaparız bir şeyler... Tamam, görüşürüz.”
Telefonu kapatıp çantasına atarken ‘Ne yapıyorum ben?’ der gibi başını sallayıp Divanhane’ye geri döndü. Divanhane’de bir an için durup etrafına baktı ve hızla çıkışa yöneldi. Otomatik olarak açılan cam kapıdan dışarı çıkıp merdivenlerden indi ve müzenin kahvesine geldi. Grubundan bazı turistler oturmuş kahve içiyorlar, el kol işaretleriyle kahvenin çok iyi olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.
Nihal, sade kahve ve yanına da güllü lokum sipariş edip avludaki masalardan birine oturdu. Kahvesini içerken başka bir rehber grubuna bahçede zaman verdi ve gülümseyerek onun oturduğu yöne doğru gelip yanaklarından öpüp yanına oturdu.
“Nasılsın Nihal?”
“Sağ ol Ahmet. İyiyim. Sen nasılsın?”
“Ne olsun? Koşturmaca. Mert’le birlikte turdayız yine. Sen ne yapıyorsun? İstanbul mu, Anadolu turu mu?”
“Anadolu... On gündür yollardaydım. Bugün bitiyor. Mert nerede?”
“Gelir şimdi.”
Tam o sırada Mert de grubuyla avluda belirdi ve yanlarına gelip oturdu. “Nasılsın Nihal?” diye sordu sevecen bir tavırla.
“Sağ ol Mert, iyidir. Senden ne haberler?”
“Valla ne olsun? Ahmet’le paralel Anadolu turu yapıyoruz işte.” “Görüşemedik uzun zamandır Nihal. Buluşalım bir ara” dedi Ahmet.
“Haklısın. Sen yoğun, ben yoğun... Bu aralar görüşelim gerçekten. Epeyce açtık arayı.”
“Ayhan nasıl?”
“İyi. O da yoğun. Buluşacağız birazdan.”
Nihal, kahvesinden içip, Divanhane’ye doğru düşünceli düşünceli bakarken, elinde kahve fincanı, şaşkınlıkla öylece kaldı. Biraz önce Divanhane’de gördüğü o kaftanını savura savura yürüyen adam avluda kendilerine doğru geliyordu.
Ahmet, Nihal’in halini görünce “Ne oldu Nihal?” diye sordu.
“Bu kim?” diye başıyla işaret etti adamın geldiği yöne doğru Nihal. Ahmet ve Mert dönüp baktılar. O sırada adam avludaki büyük demir kapıdan içeri süzülüp kayboldu.
Ahmet garip bir yüz ifadesiyle Nihal’e baktı. “Kim?”
“Görmediniz mi? Şimdi Divanhane’nin oradan gelip, şu kapıdan içeri girdi.”
“Ben bir şey görmedim” dedi Ahmet kaçamak bir bakışla.
“Kim Nihal? Ben de kimseyi görmedim” dedi Mert.
Nihal başını sallayıp gözlerini kırpıştırdı. “Neydi bu?” dedi kendi kendine. Kahvesinden bir yudum daha alıp güllü lokumun yarısını ısırıp saatine baktı. Kahvesini hızla içti ve lokumun geri kalan kısmını ağzına atıp ayağa kalktı.
“Benim grupla buluşmam lazım, gitmek zorundayım. Görüşürüz çocuklar.”
“Ayhan’a selam söyle” dedi Ahmet.
Nihal gülümsedi. Divanhane’ye ve avludaki büyük demir kapıya doğru bir bakış atıp, Ahmet ve Mert’e el sallayıp yürüdü gitti.
14 Mart 2012, akşam
Galata / Nihal’in evi
Zevkle döşenmiş eve mum ışıkları daha da hoş bir hava veriyordu. Nihal elinde kadehle salona geçip müzik açtı, hafif ve güzel bir melodi doldurdu evi. Salonun camından İstanbul manzarasına ve gökyüzündeki dolunaya gülümseyerek bakarken “Ne kadar güzel dolunay bu gece” diye düşündü. Sonra çalışma masasının yanına gidip masanın üzerindeki postaları görünce tek tek gelen zarflara bakmaya başladı.
“Ne çok posta var bu sefer, hiç söylemiyorsun” diye seslendi Ayhan’a.
Ayhan mutfaktan gelip yemek masasına şarap şişesini ve yemeği koydu. “Ne bileyim, uğradığımda posta kutusunda ne varsa aldım koydum masana. Var mı önemli bir şey?”
Nihal elindeki zarflardan birine dikkatle bakıyordu. Onu diğerlerinden ayırıp, önüne arkasına bakarak inceledi. Diğerlerini çalışma masasına bırakıp yemek masasına doğru yürüdü. “Bilmiyorum” dedi “bu önemliye benziyor.”
Nihal masaya oturunca, Ayhan da karşısına geçip oturdu. Nihal’in zarftan çıkarttığı kâğıtta yazılanları okurken yüzüne bir gülümseme yerleştiğini görünce “Neymiş?” diye sordu merakla.
“Geçici bir süreliğine Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmam isteniyor.”
“Türk ve İslâm Eserleri Müzesi mi? Nazan Hanım orada müdür hâlâ değil mi?”
“Evet.”
“Kaç zaman oldu onu da görmeyeli.”
Nihal şarabından içti. “Bundan haberim olsaydı, bugün müzedeydim, gider görüşürdüm meseleyi... Neyse, yarın giderim artık...” Mektubu zarfa koyup masanın üstüne bıraktı.
Ayhan kadehini kaldırıp Nihal’in gözlerinin içine bakarak “Boş ver şimdi işi...” dedi neşeyle. Nihal gülümseyerek kadehini kaldırıp Ayhan’ın gözlerine bakarken, birden karşısında müzedeki kaftanını savura savura yürüyen adamı gördü. Adam, Ayhan’ın arkasında durmuş uzaklara bakıyordu. Aynen müzede olduğu gibi. Nihal, kaşları çatılarak elinde kaldırdığı kadehle öylece kaldı. Ayhan şaşırmıştı.
“İyi misin?”
“İyiyim... Sanırım biraz yorgunum.” Ayhan’ın gözlerine bakarak gülümsedi. Başını kaldırıp baktığında kaftanını savura savura yürüyen adam yoktu Ayhan’ın arkasında. Kadehini tabağının yanına bırakıp, gözlerini Ayhan’dan kaçırarak yemeğinden yerken “eline sağlık, çok güzel olmuş” dedi.
Ayhan hiçbir şey anlamamıştı. Nihal’e bakıp “afiyet olsun” diyebildi yalnızca.
Bütün yemek boyunca Nihal fazla konuşmadı. Düşünceli gibiydi. Yemek bitince masayı topladı. Bulaşık makinesini yerleştirirken birden başı döndü ve gözleri karardı. Düşmemek için makinenin kenarına tutunmaya çalışırken Ayhan uzaktan seslenerek mutfağa geldi. “Haydi hayatım, gel...” Cümlesini tamamlayamadı. Nihal’i o halde görünce telaşlandı ve koşup belinden tuttu. “Nihal... Ne oldu? İyi misin?”
Nihal gülümsemeye çalışıyordu. “Yok bir şeyim, iyiyim...”
“Sen epey yorulmuşsun. Haydi gel, yatalım da uyu, biraz dinlen... Yarına bir şeyin kalmaz. Birlikte güzel bir kahvaltı ederiz.”
***
O gece huzursuz bir uykudaydı Nihal. Gecenin geç bir saatinde aniden uyanıp gözlerini açtı ve bir süre tavana, sonra da başını çevirip yanına baktı. Ayhan uyuyordu. Gözlerini yeniden tavana diktiği anda birdenbire nefessiz kaldı. Gözleri fal taşı gibi açılmış, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Sağ elini boğazına götürdü. Gözünün önüne gündüz müzede gördüğü adamın gözleri geldi ve görüntü geldiği gibi kayboldu. Elini göğüs kafesine koyup, bastırarak nefes almaya çalıştı. Ayhan’ı uyandırmamaya gayret ederek yatakta doğruldu ve yastığını sırtına koyup yatağın başucuna dayanarak oturdu. Biraz rahatlamıştı sanki. Bir süre öylece boşluğa bakarak oturdu yatakta.
Sonra yeniden kaftanını savura savura yürüyen adamın bakışlarını gördü karşısında. Başka da bir şey görmüyordu. Nefessiz kaldığını hissetti ve sağ elini boğazına götürdü. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Yüzü kıpkırmızı oldu. Bu sefer adamın gözlerinin görüntüsü gitmedi gözünün önünden. Sol eliyle gözlerini kapatıp nefes almaya çalıştı. Garip bir hırıltı çıktı gırtlağından. Bütün bedeni yay gibi gerildi ve hırıltı devam etti. Ter içinde kalmıştı. Derin derin nefes almaya çalışırken, yavaş yavaş normale dönmeye başladığını fark etti. Boğazını tutan sağ eli kucağına düştü ve gözünden bir damla yaş aktı. Kaftanını savura savura yürüyen adamın gözlerinin görüntüsü yok olmuştu.
Ayhan uykusunda dönüp duruyordu. Nihal yataktan yavaşça kalkıp odadaki boy aynasının önüne geçti. Bembeyaz ve yerlere kadar uzanan bir gecelik vardı üzerinde. Boynunda kıpkırmızı bir iz olduğunu fark edince şaşkınlıkla bakmaya başladı aynadaki görüntüsüne. Kendini tanıyamadı. Sanki bir başkasıydı gördüğü. Aynaya biraz daha yaklaştı. Gerçekten de kıpkırmızı bir iz vardı boynunda. Sağ elini boğazına götürüp gözlerini kendi gözlerine dikti ve bir süre öylece durdu aynanın karşısında. Birden gözlerinden akan yaşı fark etti. Ağlıyordu. Kendi suretine bakarak sarsıla sarsıla ama sessizce ağlamaya başladı. Gözyaşlarını durduramıyordu.
Yeniden nefessiz kaldığını hissetti ve tuhaf bir hırıltı çıkartınca, eliyle boğazını tuttu, yalpalaya yalpalaya odadan çıkıp banyoya koştu. Lavabonun aynasının ışığını yaktı ve suyu açıp yüzünü yıkadı. Aynada yüzüne baktı. Yüzünden sular akıyordu. Başını uzatıp boynuna baktı. Biraz önce yatak odasındaki boy aynasında gördüğü izden eser yoktu. Şaşırmıştı. Aynaya yaklaştı, sağ elini boğazına götürüp yoklayarak, başını sağa sola çevirerek yeniden baktı. Hayır, izden eser yoktu. “Ama gördüm” dedi kısık sesle yüzünü buruşturarak, “gördüm.” Yüzünü yeniden suyla yıkadı ve havluyla kurularken yeniden boynuna baktı. İz yoktu. Işığı kapatıp çıktı.
Hafif ve loş bir ışık yanan salona geldiğinde yemek masasının üzerindeki şarap şişesinin mantarını çıkartıp bir kadehe şarap doldurdu. Şişeyi ve kadehi kanepenin önündeki sehpaya koyup çalışma masasının yanına gitti. Masanın üzerindeki bir kutudan bir iki tane resim kalemi ve masadan da çizim defterini alıp, elindekileri de sehpanın üzerine bırakarak kanepeye oturdu. Şaraptan biraz içip uzaklara dalıp kaldı bir süre öyle ve yine gözünün önüne kaftanını savura savura yürüyen adamın bakışları geldi. Gözlerini kıstı. Kadehi masaya bırakıp, defteri ve kalemlerden bir tanesini seçip aldı, bağdaş kurarak oturdu olduğu yerde. Sanki bir şey düşünüyormuş gibi bir süre uzaklarda bir yerlere baktıktan sonra kâğıt üzerinde çizmeye başladı.
İlk seferde başarılı olamadığı için sinirle çizdiği kâğıdı buruşturup attı. Defterin yeni sayfasının üzerinde gezdirdi elini. Biraz bekledi. Kalem ağzında düşündü. Kalemle kafasını kaşıdı. Şarabından bir yudum alıp kadehi masaya bıraktı ve kendi kendine gülümseyip çizmeye başladı.
Saatler geçmişti. Nihal bu arada müzede gördüğü adamın gözlerini, bakışını, kaftanını savura savura yürüyüşünü çizmişti sayfalar dolusu. Şarap şişesine uzanıp kadehe boşaltmak için çevirdi ama boştu şişe. Şişeyi masaya bıraktı... Ayakta uyukluyor gibiydi. Başı öne düştü oturduğu yerde. Kendini toparlamaya çalışsa da yavaş yavaş gözleri kapandı...